23 Mart 2008 Pazar

SİNEMA TARİHİNDE BİR DÖNÜM NOKTASI OLARAK "FRANSIZ YENİ DALGA SİNEMASI"


Kurucuları arasında önemli sinema kuramcısı André Bazinin de bulunduğu ve ilk sayısı Nisan 1951 yılında yayınlanan Les Cahiers du cinéma (Sinema Defterleri) adlı dergiyi sinema tarihi açısından bir dönüm noktası olarak ele alabiliriz. Jean – Luc Godard, François Truffaut, Claude Chabrol, Eric Rohmer, Jacques Rivette gibi daha sonradan yönetmenliğe geçip hem Yeni Dalga (Nouvelle Vague)’nın oluşum sürecine hem de sinema tarihine adlarını kazıyacak olan genç yazarlar bu derginin içindedir. Truffaut’nun kaleminden çıkan ve yeni bir sinema anlayışının manifestosu (1) sayılan Fransız Sinemasının Belirli Bir Eğilimi isimli yazısı da yine bu dergide yayınlanmıştır.

Geleneksel Fransız sinema anlayışını eleştiren ve yaratıcı yönetmen (auteur) kavramını ortaya koyan bu yazı, şekillenmek üzere olan “Yeni Dalga” akımının ilk önemli hamlesini yapmıştı. Aslında “auteur” kavramıyla ifade edilen ve tartışmaya açılan bu husus ilk kez gündeme gelmiyordu. Truffaut ve diğer genç yazarlar daha sonradan kendisi de yönetmenliğe başlayacak olan Alexandre Astruc’un “Le caméra stylo”(Alıcı Kalem) başlığında ifade ettiği düşünceleri geliştiriyorlardı. Astruc’a göre sinemanın da diğer sanatların yaratıcıları gibi özgür çalışan bir yaratıcıya ihtiyacı vardı. Yönetmen kamerasını bir romancının roman yazması, bir ressamın resim yapması gibi kullanmalıydı. Orson Welles, Roberto Rossellini ve Robert Bresson gibi isimler bunu yapabiliyorlardı. Astruc’un ortaya attığı bu düşünceler Les Cahiers du cinéma yazarlarınca da tartışıldı, geliştirildi ve Yaratıcı Yönetmen kavramıyla ifade edilen bu düşünce “Yeni Dalga” akımının ilk ve en önemli ilkesini oluşturdu.

1958’e gelindiğinde kuramsal olarak ortaya konulan auteur kavramı Claude Chabrol’un yazıp yönettiği Le Beau Serge (Yakışıklı Serge) adlı filmle ilk kez hayata geçirilmiş oldu. Bu film aynı zamanda Yeni Dalga’nın da öncülüğünü yapmış oluyordu. Daha sonra çekilen Alain Resnais’in Hiroshima Mon Amour (Hiroşima Sevgilim) F.Truffaut’nun Les Quatre Cents Coups (400 Darbe) ve Godard’ın À bout de souffle ( Serseri Âşıklar ) adlı filmleri yarattığı tartışmalar ve kazandığı başarılarla Yeni Dalga akımının doğuşunu ilan ediyordu.

Peki, hem Fransız sinemasına hem Hollywood sinemasına bir tepki olarak ortaya çıkan Yeni Dalga başka neyi ifade ediyordu? Getirdiği diğer yenilikler neydi? Nelerin karşısında duruyor, neleri sahipleniyordu? Yalnız Avrupa sinemasını etkilemekle kalmayıp, Uzakdoğu ve üçüncü dünya ülkelerine kadar uzanmış olan, ortaya çıktığı dönemden beri tartışıla gelen ve bugün dahi etkileri gözlenen bu akım neler yapmıştı?

Bu akımın yönetmenleri geleneksel anlayışı kırmış, sinema sanatında tabulaşmaya yüz tutmuş yöntemleri yadsımışlardır. Stüdyo da film çeken Hollywood kültürüne karşı durarak sokağa çıkmışlar, sokaklardaki doğal ışığı olabildiğince yapay ışığa tercih etmişlerdir. Kurgu olanaklarına, kamera ve ses üzerindeki çalışmalara yeni soluklar kazandırmışlardır. Yine Hollywood stüdyolarındaki gibi çok tanınmış oyuncularla çalışmayı reddediyor, oyunculukta doğaçlamaya yer veriyorlardı. Bu gibi teknik yeniliklerin yanı sıra senaryo üzerinde de farklı uygulamalara gidilmişti. Edebiyat uyarlamalarını benimsemiyorlardı. Yönetmenler filmlerinin senaryolarını kendileri yazmış, böyle bir uygulamayla anlatılmak istenen şeyin daha iyi anlatılacağına inanmışlardı. Geleneksel senaryo anlayışının getirdiği, “olayların kronolojik olarak birbirini izlemesi” fikrine çok fazla bağlı kalmamış daha deneysel davranmayı tercih ediyorlardı. Bu kronolojik durumu reddeden tutum günümüzde artık çokça kullanılmaktadır fakat temelleri bu dönemde atılmıştır. Bu filmlerde sahnelerin birbirini izlemediğini, sahneler arasındaki uyumsuzluğu (tıpkı günlük hayatımızdaki gibi) görebiliriz. İzleyicilerde artık bir sonraki sahnede neler olacağı konusunda eskisi kadar kendinden emin değildir. Kısacası geleneksel anlayışın kurallarına kaygısızca yaklaşan bu filmler ve bu akım modern sinemanın öncüsüdür diyebiliriz.

Tabi ki bu genç yazarları alışılagelmiş olanın dışına çıkmaya iten sadece durumun sinemayla ilgili olan kısmı da değildi ; “Sinema tarihi bize bu grubun oluşumunu etkileyen siyasi, sosyo – kültürel etkenleri ana noktalarıyla şöyle sıralamıştır : Cezayir’in bağımsızlık ilanı, sinemacı yazar Malroux’un kültür bakanlığına gelişi, Albert Camus’nun Nobel alışı, Boris Vian’ın sarsıcı eserleri… (2) de en az André Bazin, Les Cahiers du cinéma, François Truffaut ve Astrucun varlığı kadar önemlidir. Fakat yine de Yeni Dalga’cıların ortak bir özelliği toplumsal olayları eserlerine yansıtmamaları oldu. Onlar kısmen etkilendikleri İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin aksine toplumsal olanı değil, bireysel olanı ele aldılar. Psikolojik eğilimli filmler yaptılar. Gençlik ve cinsellik gibi değinilmemiş, tabulaşmış konuları ele alıp gözler önüne serdiler. “… bu yönetmenler çok iyi tanıdıkları bir ortama eğilmişler, çok iyi bildikleri günlük sorunları çözümlemeye yönelmişler, birinci tekil kişi ağzından kendi anılarını, deneyimlerini, özlemlerini aktarmışlar, huzursuz bir gençliğin bunalımlarını ve arayışlarını seyirciyle paylaşmayı denemişlerdir. Her yönetmen kendi dünyasını anlattığı için, Yeni Dalga bir okula dönüşememiş, sonuçta bireysel ve bireyci bir sinema anlayışını ortaya çıkarmıştır.” (3) . Les Cahiers du cinéma belki de tek ortak noktalarıydı. Muhafazakâr anlayışa karşı çıkmak dışında pek ortak nokta sergilememişler, kendi bakış açılarıyla birbirlerinden bağımsız düşük bütçeli ve kendilerine özgün filmler yapmışlardır. Yeni Dalga belli ilkeler doğrultusunda örgütlenmiş bir akım olmadığı için onlarca yönetmenin kendisini daha özgür hissettiği ve rahatça ifade ettiği anlatım olanakları sunuyordu. Ve sonunda hemen hemen hepsi yine farklı nedenlerden ötürü ve farklı zamanlarda akımı yavaş yavaş terk ettiler.

Evet, belki bir ekol olmayı başaramadı ama yine de hem doğup büyüdüğü Fransa’da hem de dünyada sinemaya yeni bir soluk ve hareket kazandırdı. Daha sonraki yıllarda ortaya çıkan diğer akımlara öncülük yaptı, farklı arayışlar sundu. Yıllar boyunca tartışıldı ve yıllar boyunca etkileri sürdü. Bugün bile bazı ülkelerde gelişen ( bunlara Türkiye’de dâhil) kendine yeni anlatım olanakları arayan, kendi ülkeleri içinde var olan geleneksel sinema yaklaşımının dışında durmaya çalışan anlayışlara ismini veriyor; İran Yeni Dalgası, Hong Kong Yeni Dalgası vb. örneklerde olduğu gibi… Tabi ki o ülkelerde geliştirilen anlayışı “Yeni Dalga” ismiyle nitelemek bütün otoritelerce kabul edilmiyor olabilir ama görüyoruz ki sinema alanında tabulaşma varsa ya da oluşuyorsa ve birileri buna karşı koymak için yeni anlatım olanakları arıyorsa burada yine ilk önce “Yeni Dalga” anılıyor.

Konuyu özetlemek adına “Yeni Dalga ne yaptı” sorusuna bir kez daha dönecek olursak bu belki de tek bir cümleyle bile ifade edilebilir; Yeni Dalga’nın en büyük mirası sinema sanatına hak ettiği değeri ve saygıyı kazandırmak olmuştur.”


SAMET KARABACAK
sametkarabacak@windowslive.com

Alıntılar
1- TEKSOY Rekin, Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi, İstanbul, Oğlak Yayıncılık, 2005, 2.Basım, s.399
2- ERDOĞAN Şenol, Fransız Sineması, İstanbul, 2004, s.117
3- TEKSOY Rekin, Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi, İstanbul, Oğlak Yayıncılık, 2005, 2.Basım, s.401



Fotoğraflar

1 - Les Cahiers du cinéma” ilk sayısının kapağı

2 - F.Truffaut’nun “Les Quatre Cents Coups” adlı filminden bir sahne

3 - Jean – Luc Godard’ın “À bout de souffle” adlı filminden bir sahne

( BU YAZI "ADIMİZİ" DERGİSİNİN MART 2008 TARİHLİ 3.SAYISINDAN ALINMIŞTIR)


1 yorum:

CENGisasiLTÜRK dedi ki...

KONU: Godard'ın Serseri Aşıklar'ı.

Sinemanın hırçın adamı Godard'la(öyle ya da böyle...) ilgilenmeyen bir tek sinemacı var mıdır? Ben de ilk kısa filmlerimi çektiğim öğrencilik yıllarımdan beri merak, ilgi, hayranlık ve zaman zaman da kızgınlıkla hakkında bilgi edinmeye çabaladım ve birçok yönüyle büyük bir sanatçı olarak gördüm Godard'ı...
Ancak hep "sorgulayarak" okumaktan yana bir yapım olduğu için; onun Serseri Aşıklar filminin iki sahnesi üzerinde çokça düşünüp tartışmalar yaptım.

Bu sahnelerin kıyaslamasına geçmeden önce bir anımsama yapalım: Sinemanın daha ilk yıllarında büyük sinemacılar şunu hemen fark etmişlerdi: "Canlı bir nesnenin (çoğunlukla da insanın) görüntüsüne aynı çekim ölçeğinde ve aynı kamera açısıyla kesme yapılmaz. Eğer gerekçeniz yoksa (bu tür kesmeyi bir dil-anlatım ögesine dönüştüremiyorsanız) bugün de yarın da böyle bir kesme yapmayınız. Yapamazsınız... Ötesi, "Ben yaptım, oluyor" aymazlığıdır. Zira göğüs planda gördüğümüz birinin aynı kamera açısından iki çekimini "zıplamaya" ya da "sıçramaya" meydan vermeden kurgulayabilmeniz mümkün değildir.

Bu filmde; Jean-Paul Belmondo, araba çalan, gelecek kaygısı pek olmayan bir serseriyi canlandırır. Jean Seberg ise Paris sokaklarında gazete satan bir kadındır. Aralarında; kadının üzerinde pek durmadığı, erkekte bir saplantıya dönüşmüş kısa bir ilişki yaşanmıştır.

Serseri Aşıklar'ın ilk örnek sahnesi:
Üstü açık bir arabada giderler.
Erkek solumuzda (kadrajın dışında) otururken, kadrajda kadın vardır ve kamera ensesindedir. kadın arada bir soluna dönerek, çoğunlukla yönü-öte konuşur. konuşan hep kadındır. Godard bu sahnede tam da "yasaklananı" yapmıştır. Kurguda, kadının susma boşlukları kesilince biteviye zıplayan görüntüler zincirinden oluşan bir sahne ortaya çıkmıştır. Zira her kesmede fon ve kadının duruşu değişmektedir. Evet, Godard tam da yasaklananı yapmıştır, ama ne pahasına? ne işe yaramıştır bu?
Bu kurgu biçiminin işlevselliği konusunu birçok sinema-bilir ile konuştum ve bu sahnenin kurgusunun ne işe yaradığını açıklayabilen bir tek kişiye rastlamadım...
Godard burada, salt kurala "karşı çıkmak için karşı çıkmış" izlenimi bırakmaktadır...

Serseri Aşıklar'ın ikinci örnek sahnesi:
Filmin esas oğlanı, esas kızı Amerikalı gazeteciden kıskandığı için onunla buluşmasını istemez. Snop gazetecinin kur yapacağını bilmektedir. Buna karşın esas kız gider ve Amerikalı gazeteciyle Paris fonlu bir cafede buluşur.
Kızın derdi iş görüşmesiyken, şımarık gazeteci ona seviştiği kadınları anlatmaya başlar. Godard burada da istenmeyeni yaparak; "hareketli bir nesnenin (insanın) aynı kamera açısı ve aynı ölçekle elde edilmiş çekimlerinin kurgulanamayacağı-bağlanamayacağı" kuralına karşı tavır alır. Gazeteciyi aynı çekim ölçeği ve aynı çekim (kamera) açısından alır. Kurguda adamın tüm "susma boşlukları" kesilip atılarak bir çekim dizimi elde edilmiştir. İstenen tam da budur: Rahatsız edici, saldırgan, çenesi düşük bir gazeteci... Kurgu "sıçramaları" sayesinde, ortaya rahatsız edici hızda konuşan bir gazeteci portresi çıkarılmıştır.

"Godard'a laf söyletmem" diyenleri duyar gibi oluyorum. Hatta daha da ileri giderek; "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma" aymazlığı içinde, "Godard düşmanı da diyebilirler... Desinler... "İnsan anlamadığına ya tapınır ya da onu tümden reddeder."
Zira öğrenmek ve kafa yormak zahmetli iştir...
Tüm bunları öğrencilerimle ve sinema dünyası içinde olan tanışlarla hep paylaştım. Bu tavrım sürüyor...

Sevgi ve saygılarımla...
Phd.Cengis T. Asiltürk